Quantcast
Channel: Jadaliyya Ezine
Viewing all articles
Browse latest Browse all 6235

Besikci ve Kurdistan’in gercekligi

$
0
0

Beşikçi ve Kürdistan’ın gerçekliği

Ömrünü Kürt sorununu araştırmaya adamış, bunun için çok ağır bedeller ödemiş, akademik ifade özgürlüğünün abidesi Ismail Beşikçi’ye Boğaziçi Üniversitesinin fahri Doktora unvanı ile onurlandırması çok önemli sembolik bir jesttir kuşkusuz. Boğaziçi Üniversitesinin bu jesti hem, Türkiye’de her şeye rağmen “Üniversite” denen özerk ve özgürlükçü bir kurumun var olabileceğini gösterdi, hem de Türkiye akademisinin utanç tarihini de bize tekrar hatırlattı. Kürtlerin “Sarı Hocasının” törende akademik özgürlük ve ifade özgürlüğü üzerine fevkalade yalın, vurgulu ve çarpıcı bir dille yaptığı konuşması esprili ve dokunaklıydı. Ama ben bu yazıda bundan çok, Sarı hocanın çeşitli vesilelerle defaten dillendirdiği ve hemen hemen bütün eserlerinde formüle ifade ettiği—ve bu yüzden 17 yıl boyunca hapisler yattığı—cumhuriyet rejiminin idari, hukuki ve ideolojik rasyonalitesinin temelini oluşturan kurumsal Irkçılık meselesini bir kaç temel nokta üzerinden kısaca yeniden hatırlatmak ve tartışmak istiyorum.

Buna gelmeden evvel ilkin kurumsal Irkçılık meselesiyle ilgili bir kaç temel noktayı izah etmekle başlayalım. Kurumsal ırkçılık denen şey sırf kayrılmış (beyaz) vatandaşın ötekine karşı naif önyargılardan müteşekkil bir söyleminden ibaret bir şey değil. Irkçılık temel olarak sosyal ve kültürel eşitsizliğin iç içe geçtiği ve mekânsal ve sosyal mesafe üzerinden işler. Hatırlayalım, ırkçılık—sömürgeciliğe indirgenemese de—zira farklı bir ırkçılık formu olarak global bir söylem olan Anti-Semitizmin çok daha farklı bir tarihi vardır- sömürge rejiminin siyasi, idari ve ekonomik rasyonalitesini ifade ettiği literatürde genel bir kabul görür. Peki kurumsal ırkçılık neden sömürge rejimine eşlik eden bir idare etme tekniğidir?  

Çünkü kurumsal Irkçılık: 1) Kolonyal güçlerin kolonize ettikleri coğrafyaların kaynaklarına doğrudan el koymayı meşrulaştırır, bu (tek taraflı) sömürüyü mümkün kılar. 2) Ötekini değersizleştirerek, onu daha aşağı bir insani varlık olarak kurar ve böylece onun üzerine kültürel bir tahakküm kurmayı mümkün kılar. 3) Sömürgeleştirilmiş bölgelerin insan kaynağını -ya köle emeği olarak yada ucuz emek olarak- sömürmeyi mümkün kılar. 4) Ötekinin kendi kendini temsil edemeyeceği varsayımı üzerinden ötekinin siyasi iradesini yok sayarak onu nesneleştirir, onu siyasi süreçlerden dışlama marifetiyle idare etmeyi mümkün kılabilmenin ideolojik zemini hazırlar. 5) İşgal ettiği coğrafyayı farklı bir sömürge hukuku—yani bir “hukuksuzluk rejimi”—ile idare eder. Kolonize edilenlerin hayatları zaten hor görüldüğünden, bu sömürge hukuku onların hoyratça öldürülebilip yerinden edilmesini kabul edilir yapar. Yani, ırkçılık hem kaynaklara doğrudan el koymayı ve emeğin yoğun sömürüsünü mümkün kılar, hem de ötekini değersizleştirerek ve kültürel olarak tahakküm altında tutarak ötekini farklı bir yasa ile idare emenin veya gerektiğinde yok etmenin zemini hazırlar.

Peki, Kürt sorunu ve Kürdistan gerçekliği göz önünde bulundurulduğunda bu temel 5 nokta ne ölçekte geçerlidir? Türkiye kurumsal temsilde, ana akım medyada ve gündelik hayatta ırkçılık meselesi ekseriyette bir tür kafa taşçılık, biyolojik bir farklılık/üstünlük olarak ya da siyahlara karşı önyargılardan ve negatif temsillerden ibaret sayılır. Irkçılık zinhar bu topraklarda sistematik ve popular anlamda yoktur, çünkü “bizim kolonyal bir geçmişimiz yoktur” denir. Irkçılık meselesine en eleştirel olduğunu düşündüğümüz kimi akademisyenler de bu kavramdan ya artık çoktan bilimsel olarak karşılığı olmayan kafa tas ırkçılığını anlar, ya da onu kimi yerel/lokal alanlara, ve marjinal kesimlere özgü mantık dışı bir söylem olarak kabul eder.

Altını çizerek ifade edelim, bu “bizde ırkçılık kurumsal olarak yoktur”, eğitimle giderilecek “kimi taşralı vatandaşın önyargıları” vardır varsayımı, Türkiye devletinin kolonyal bir tarihinin olmadığı varsayımı ile doğrudan bağlantılıdır. İşte, Beşikçi’nin “Kürt sorununa” üzerine yaptığı sayısız çalışmasında bu birbirleriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen “kolonyal rejim” ile “Kurumsal Irkçılık” meselesi arasındaki bağlantıyı kurabilmesi ve yukarda kısaca tarif ettiğim 5 nokta etrafında Kürt meselesini tartışması bakımından önemlidir. Ona göre Cumhuriyet rejiminin inşası sonrası Türkiye’de Kürdistan coğrafyasının hafızalardan ve haritalardan silinmesiyle günümüze kadar süregelen Kürtlerin felaketler ve acılar tarihi arasında doğrudan bir bağlantı vardır. Bu bakımdan Türkiye’de Kürt sorunu nihayetinde bir kolonyal sorundur.

Düşük yoğunluklu savaşın en kirli zamanları olan 1990’ların başlarında mahkeme salonunda cesurca yaptığı sarih ve çok çarpıcı sözlü savunmasında Cumhuriyet rejiminin ırkçı karakterinden bahsedebilmek için devletin illaki Apartheid rejimi gibi örgütlenmesi gerekmez der. Irkçı Güney Afrika Apartheid rejimi ile Cumhuriyet rejimini karşılaştırıldığında Beşikçi’ye göre Cumhuriyet rejimi Apartheid rejiminden farklıdır ama Irkçılık bakımından onun ötesine geçer. Apartheid rejimi sınıfsal ve mekânsal ayrışma üzerinden bina edilmiştir, ama ötekini inkar ve zorla asimilasyon etmeye kalkışmaz. Siyahlar ve beyazlar ayrı mahallerde ve bölgelerde ikamete zorlanırlar, ayrı sektörlerde çalışır ve ayrı okullarda okurlar, evet. Üstelik siyahlar hem mülksüzleştirilmiş hem de siyaset dışına itilmişlerdir. (Üstelik Apartheid rejimi 1990 sonrası fiilen ve hukuken sona ermesine rağmen bu yapısal eşitsizlikte ciddi bir değişim olmamıştır, siyaset büyük ölçüde siyahların denetimine girmiş olsa da, ekonomik alan ve mülkiyet hala beyazların kontrolünde olduğu malum bir bilgidir). Fakat, Beşikçi’ye göre, yine de siyahların inkar edilmeyen ana dilleri, kendi okulları vardır, hor görülmüş de olsalar da inkar edilmeyen kimlikleri vardır.

Buna karşın, Kürdistan 4 parçaya bölünüp, 4 devlet tarafından “devletlerarası bir sömürge” haline getirilip paylaşılmıştır. Türk devleti Kürdistan’ın kaynaklarına doğrudan el koymuş, buna karşın bilinçli ve sistematik bir biçiminde bölgeye kaynak aktarmamış, burayı bilerek yoksun ve “az gelişmiş” bırakmıştır. Üstüne üstlük Cumhuriyet tarihi boyunca devlet bölgeyi batıdan farklı olarak, olağanüstü özel bir “sömürge” hukuku ile idare etmiş, bu inkara, devlet şiddetine isyan edenleri ve nihayetinde kendi kendini yönetmek isteyen özgürlük hareketlerini şiddetle bastırmış, önemli bir kısmını bölgeye özel “zorunlu iskan kanunlarıyla” yerinden etmiş, ya da—yargılamaksızın—yok etmiştir (Dersim Katliamı bu sömürge hukukun uygulandığı en tipik ve en dramatik örneğidir. Bütün bunları yapmakla kalmamış, bir taraftan bir coğrafya olarak Kürdistan’ın mevcudiyetini yok saymış, diğer taraftan bizatihi Kürt kimliği ve Kürt dilini de inkar emiştir. Bu “devletlerarası sömürge” olma durumu ve Kürtlerin ve bir coğrafya olarak Kürdistan’ın inkar edilmesi sebebiyle, Beşikçi Kürdistan’ın bir koloni bile olmadığını, eşi benzeri olmayan “koloni ötesi” bir durum teşkil ettiğinin altını çizer. Beşikçi DGM’deki ünlü tarihi savunmasında devamla, Kürtlerin cumhuriyet sonrası Türkiyesinde kendi kimliklerini inkar ettikleri sürece “her şey” olabileceklerini, fakat bu farklılıklarını ifade ettikleri anda  “hiç bir şey” hatta “kapıcı bile” olamayacaklarını belirtmekte, ve bunu “ideolojik—kültürel- kıyım” olarak nitelemektedir.

Kürt meselesi bağlamında Türkiye’de ki kurumsal Irkçılık ağırlıklı olarak- Mesut Yeğen’in de ifadesiyle—geleceğin potansiyel Türkleri olmaları arzusu ile—ötekini kültürel olarak yok etmek üzerinden işlemektedir. Bu kurumsal ideoloji ötekinin eksikliğine, kültürel ve iktisadi olarak geri kalmışlığına vurgu yaparak, ötekinden daha medeni daha modern olduğunu varsayarak konuşur; Kürtlerin kendine benzemesini için onu özendirir. Terbiye etmek için kaynak mobilize ederek “gel bizim gibi ol”, “bizim gibi sev bu vatanı” der. Cumhuriyet boyunca Kürtler kendi kültürel farklılığını dillendirmediği kendisini siyasi olarak temsil etmediği, kendisi için konuşmadığı ve kendi kendini yönetmediği sürece “bizden” olabilir tezi üzerinden bina edilmiştir. Kürt kimliğini kısmen tanımış olması hasebiyle AKP rejimiyle bu durum görece değişti, fakat AKP ile dönüşen devlet Kürdistan’ı ve onun kolonyal hakikatini inkar etmeye devam etmek suretiyle Kürtleri azınlık statüsüne indirgemiş, böylece onlarla siyasi egemenliği paylaşmaya—henüz—yanaşmamıştır, zira Kürdistan’ı tanımak örtük olarak Kürtlerin bu coğrafyada siyasi egemenliğini tanımayı da içerir.

Bu “bizim gibi ol” tavrı, malum, Gayri Müslimler ve Yahudiler söz konusu olduğunda farklılaşır, zira onların “bizden” olması zaten imkânsız olduğu varsayıldığından, onlara karşı tavır mesafe ve kurumsal dışlama üzerinden işler. Bu bakımından mesela popular söylemde bir kategori olarak Yahudiler fazla batılı, fazla zengin, fazla kentli-modern ve fazla sinsidirler. Oysa Kürtler fazla doğulu, fazla yoksul, fazla taşralı-geleneksel ve fazla naiftirler (zira Kürtler farkıan varmadan Yahudi lobileri tarafından sıkça kullanılırlar). Müslüman Türk kimliği bu bakımından bu iki figürün arasında bir yerde konumlanmış bir pozisyondur diyebiliriz: Ne fazla moderndir, ne fazla geleneksel, ne fazla sinsidir ne fazla naif, ne fazla doğuludur ne batılı, ne fazla zengindir ne fazla yoksul, yani ne Yahudi’dir ne de Kürt, ikisinin tam ortasında bir yerdedir.

Post-Kolonyal bağlamda Yeni-Irkçılık

Burada özellikle dikkat edilmesi gereken başka önemli bir nokta yukarda bahsini ettiğim bilindik sömürgeci icraatların ve söylemelerin sömürge sonrası bağlamlarda Avrupa’nın değişik metropollerinde farklı biçimlerde devam etmesi meselesidir. Avrupa’nın çeşitli kentlerinde biyolojik/genetik ırkçılık kültürel farklılık üzerine bina edilmiş başka bir tür yeni-ırkçılık ile ikame edilmiş olması önemli bir meseledir: Bu yeni ırkçılık “kültürler uyuşmazdır” der, “ötekinin kültürü benim kültürümü bozar, dejenere eder” der. Bu yüzden ötekinin uzakta, yanı hem mekânsal olarak hem de sınıfsal/sosyal olarak mesafede tutmak ister. “Sen farklı kal ve yerini bil ki benim üstünlüğüm görünür olsun” der. Peki bu yeni post-kolonyal dışlama tekniği neye ve kime yarar?

1) Sömürgeci Apartheid icraatları Avrupa’da kent mekanlarında dönüşerek ve biraz yumuşayarak gettolaştırma suretiyle mekânsal ayrıştırma, kriminalize etme, ve bu yerleşim alanlarına yetersiz kaynak dağıtma ve onları kent kaynaklarından mahrum bırakma biçiminde yeniden boy gösterir.

2) Kolonyal Apartheid tekniği, Avrupa metropollerinde sektörel ve sınıfsal ayrışma bakımından, yani etkinleştirilmiş iş bölümü marifeti üzerinden, devamlılık gösterir. Mesela göçmenler sadece belli iş alanlarında ucuz iş gücü olarak çalışmak durumunda bırakılır. Avrupa’da devlet bürokrasisinde iyi pozisyonlarda çalışan eski sömürge topraklarından kopup gelmiş göçmenlerin sayısı fevkalade sınırlıdır (hatırlayalım, sömürgelerde yerliler büyük tütün tarlalarında çalışırken, beyaz Avrupalılar devlet güvenlik ve idari bürokrasisinde ya da uluslararası şirketlerde yüksek ve orta dereceli kademlerde istihdam edilirlerdi). Bu, sektörel bölünme göçmenler bakımından çoğu zaman düşük ücretli ve düşük prestijli güvencesiz—sektörlerde—yani kayrılmış vatandaşın çalışmayı kendine yakıştıramadığı alanlarda—istihdam anlamına geliyor. Kültürel olarak değersizleştirilmiş olan göçmenler düşük ücretli kötü işlerde çalışmayı bu yüzden kabul eder. Ve bu yüzden kolonyal ve post-kolonyal bağlamlarda kültürel tahakküm ile sınıfsal eşitsizlik iç içe geçer, hor görülmüş öteki bu yüzden aynı zamanda  yoksul olan ötekidir.

3) Göçmenler siyasi mekanizmalardan ve katılım süreçlerinden dışlanır ve vatandaş olmadıkları için siyasi haklardan yoksun bırakılırlar. Üstüne üstlük diğer adli ceza yasaların uygulanmasında sistematik çifte standarda maruz kalırlar: göçmenler/siyahlar beyazlarla aynı suçu işlemeleri durumlarda bile sıklıkla beyazlara nazaran daha fazla cezaya çarptırdılar. Yani fiiliyata onlar için ayrı bir hukuk işler. Hapishanelerde göçmenlerin ve siyahların oransal olarak fazla olmasının bir nedeni de—kriminalize etme dışında—bu farklı ve çifte cezalandırma pratiğidir. (Kısa bir not: Balibar suç işlemiş göçmenlerin hapse tıkılması suretiyle cezalandırması ile yetinilmeyip, bu vatandaş olmayan göçmenlerin bir de sınır dışı edilip kovulmalarını çifte cezalandırma olarak görür)

4) Kolonize edilen coğrafyadan göç ederek Avrupa gelen göçmenler hafızalarını, acılarını ve sömürge deneyimlerini bu yeni mekanlara taşırlar. Egemen kimliğe karşı yapısal eksiklik hissiyatı ve hınç ile sosyalleşirler. Bu yüzden göçmenler iki pozisyon arasında seçime zorlanırlar: bir kısmı ömürleri boyu yüksek prestijli kimliğe özenerek, onlara karşı duydukları eksiklikten ve utançtan azade olmak için çok çabalar sarf eder mekteplere gider meslek öğrenirler, böylece topluma entegre olma arzusuyla çoğunluğun onları kabul edip bağırlarına basacakları günü beklerler. Bunu zaten boş bir hayal olduğunu düşünenler de dışlanmanın acısıyla daha da marjinalize olur ve hayatlarını çoğunluğa karşı hınç duymakla geçirirler.

5) Burada dikkat etmemiz gereken son bir nokta şudur: ırkçılık sırf ötekine karşı ayrışmalar ve mesafeler üzerinden öteki üzerine kurulan bir sembolik ve sınıfsal tahakküm aracından ibaret değildir. Bu mekânsal, kültürel ve sınıfsal ayrışma aslında kendi içeresinde sınıfsal ve kültürel olarak farklılaşmış ayrıcalıklı baskın kimliği de birbiriyle kaynaştırırsak cemaatleştirir, entegre edip bir arada tutar. Yani, egemen kimlik içindeki farklılığı, eşitsizliği ve heterojenliği görünmez kılar, çoğunluğun birbiriyle hemhal olup dayanışmasını sağlar ve devlet ile egemen kimliği kucaklaştırır. Avrupalılığı, Fransızlığı, İngilizliği yani “Biz”’in oluşumunu mümkün kılan şey bu tılsımlı kolonyal ayrımdır. Mesela günümüzde eski koloniden gelen “uyumsuz” Müslüman Ötekilerdir Avrupalıyı kuran temel ayrım. (Daha önce Yahudilerdi).  Bu yüzdendir ki en yoksul Fransız veya Alman bile, kendini görece orta sınıf bir Müslüman göçmenden daha fiyakalı, daha üstün sayar (ve göçmenler buna tepkili de olsa çoğu zaman bu üstünlüğü içten içe kabul eder). Dolaysıyla sömürge sonrası dışlama tekniği olarak Kültürel ırkçılık bir kenar mahalleli cahil cühela önyargısı, bir neo-nazi ideolojisi değil, tam aksine fevkalade çok yönlü iş gören bir tür kurumsallaşmış salon ırkçılığıdır.

Yukarda post kolonyal bağlamda bahsini ettiğim 5 nokta üzerinden Kürt meselesini ne Beşikçi, ne de başka araştırmacılar henüz pek araştırmış değil. Bu anlamda Avrupa ile Türkiye arasındaki paralellikleri görebilmek bakımından, yukardaki paragrafta “Müslüman göçmen” kategorisi yerine Türkiye’nin batısında 1990 sonrası zorunlu göçle gelip yerleşen “Kürt göçmenler” kategorisini ikame ederek, aynı paragrafı tekrar okumayı önermekle yetinip şu sorularla bitirelim: Hem Kürt coğrafyasının hala özel yasalarla tahakküm altında tutulup güvenlik ayıtlarıyla kontrol altında tutulması ile, hem de büyük kentlerde mekânsal olarak ayrışmış bölgelerde yaşamaya mecbur bırakılmış ve ucuz hizmet sektöründe iş gücü olarak ve gündelikçi olarak çalışarak Türkiye ekonomisini kalkındıran yoksul Kürtlerin hakikati hangi çerçeveden okumak gerek? Başka bir deyişle batının büyük metropollerinin varoşlarında yaşamaya itilmiş Kürtlerin hor görülmesi ile, onların bu yeni kent mekanlarında ucuz iş gücü olarak piyasaya eklemlenmesini hangi çerçeveden okumalıyız sizce? Batılı hassas Türk vatandaşın naif ve zararsız önyargılarıyla mı, yoksa Kürtlerin eğitimsizliği ile mi?


Viewing all articles
Browse latest Browse all 6235

Trending Articles